Yetenekli Çocuğun Dramı

Yazımın başlığı Polonya- İsviçreli psikanalitik yönelimli çalışmalarıyla bilinen psikolog Alice Miller’ın ülkemizde de çokça bilinen kitabının adı. Kitap, çocukluk dönemindeki duygusal istismarın yarattığı acı deneyimler sonucu bastırılmış hislerin, yetişkinlikte ne gibi etkileri olabileceği üzerinde duran oldukça ses getiren bir eser. Miller’ın erken dönem yaşantılarının belli kişilik yatkınlıklarına yol açabildiği üzerinde durduğu kısa ama bilgilendirici eserini okuma önerisi olarak belirterek beni şaşırtan bir yazıya denk geldiğimi ekleyim. Yazı, Miller’ın oğlunun kendisi hakkında iddialarına dayanıyor ve kitabın neredeyse tümünün üzerine şekillenen duygusal travma örneklerini, aslında Miller’ın kendi oğluna yaşattığı iddialarını içeriyor. Yazıda Alice Miller’ın oğlu Martin Miller, evde babasından cinsel ve fiziksel istismar görürken annesi Alice Miller’ın kendi kitaplarında “çocuklarını korumayan ebeveynler suçludur.” gibi belirttiği noktaların aksine onu korumadığını ifade etmiş.
***
Bir anılarında annesinin savaş zamanında bir Gestapo’nun kendisini istismar ettiğine dair öyküsünü anlatmış ve Martin’in babasının adı bu Gestapo’yla aynıymış.
***
Alice Miller’ın bilinçdışı savunmaları belki de -oğlunun ifadelerini doğru kabul edersek – yaşadığı travmaları aynı isimli ve istismarcı bir eşi seçerek tekrar yaşatıyordu ve acılarınıysa yazdığı kitaplarla anlamlandırmaya çalışıyordu. Martin altı yaşındayken Miller, eşinden boşanmayı talep eder ancak eşi kendisini bir şekilde ikna eder. Alice Miller da daha sonra bir çocuğun evliliği “kurtaracağını” düşünerek hamile kalır ve Martin’in kardeşi Julika, down sendromlu olarak dünyaya gelir. 1973’de yuva dağılır, Julika evde kalsa da Martin iki yıldır altını ıslatan bir çocuk olarak bir kuruma gönderilir. Martin Miller şöyle der: “Anne babamı iki yıl boyunca görmedim, tamamen yalnızdım.”.
***
Martin, lise yıllarında panik ataklardan muzdarip olduğunu belirtir ve ekler: “Üç buçuk yıl yer altındaymışım gibiydim, çok korkmuştum. Hayatta kaldım çünkü annem de ghetto’da katolikmiş gibi yaşama bedelini ödeyerek hayatta kalmıştı. Aynı durum benim için de geçerliydi, ben de ghetto’dan Katolik bir kuruma kaçarak hayatta kaldım.”
***
Benzer yaşantı öyküsü birçok kişide görmemiz mümkün. Kişi, üzerine olağanüstü görüşler ortaya koyduğu eserin tersine bir yaşam sürer, çevresine ise tersi yönde davranır. Freud’un çocukları kekemelikle boğuşup babalarının otoritesi altında adeta gölgede kalmışlar diyebiliriz. Kızı Anna’nın birliktelik yaşamaması babasının otoritesine bağımlı olmanın bir sonucu olarak yorumlanır veya psikanalizde nesne ilişkileri ekolünün  önemli temsilcisi Melanie Klein’ın kızıyla ilişkisinin mesafeli olduğu belirtilir. Nietzsche, sevgi ve evlilik üzerine ruha dokunan gözlemler yapmış ve yalnızlık içinde hayata veda etmiştir. J. Lacan’ın kızı, babasının hiçbir zaman orada olmadığını söylemektedir *. Severek okuduğumuz şairler, dizelerinin aksine ilişkilerinde yeterince şefkatli midirler?.. Kitlelere yol gösteren sanatçılar, yönetmenler, oyuncular, bilimciler, filozoflar veya kendilerini insan psişesini anlamaya vakfedenler, çoğu zaman kendi acılarıyla kavrulmanın yanında bedel olarak en yakınlarının da  canını yakma yükünü üstlenirler belki de. Kendileriyse yazıp ortaya koyduklarını uygulamak için ikinci bir ömre sahip olsalardı belki başka bir insan olurlardı kim bilir.
***
Görsel: Shoes (1888), Vincent van Gogh

Yorum bırakın